13 Mayıs 2015 Çarşamba

Cem Karaca - Hep Kahır


Nazım Hikmet "Kuvay-i Milliye Destanı"


Ahmet Arif - Anadolu


Eşdeğeriyle Yan - Cemal Süreya



Eşdeğeriyle yanyana yürürken
Cehennem sokağında birey olmak,
Ve en inceldikten sonra
İlkel sözcüklerle konuşmak seninle.

Saat beş nalburları pencerelerden
Madeni paralar gösteriyorlar,
Yalnızlığı soruyorlar, yalnızlık,
Bir ovanın düz oluşu gibi bir şey.

Hiçbir şeyim yok akıp giden sokaktan başka
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.

Hiçsizliğe - Turgut UYAR

Tanrı sen ne kadar güzelsin 
bir hiç olarak 
ormansın belki bilmiyorum 
belki ormanda bir ağaçsın şuncacık 
bir pazartesi günüsün 
insanları dupduru edemeyen 
bütün karayollarında ve demiryollarında 
gider gelirim bütün dünyada 
ama biliyorum Kırşehir’de mezarsın 
bir kilisesin Kapadokya’da 
sözgelimi yumurtada zarsın 
ustasın sabahları yapmada 
en katı yoklukları koyarak insanın içine 
akşamüstlerinde biraz gaddarsın 
sular ve zamanlar kararırken 
ne yapalım 
bari bağışlayalım birbirimizi.

Musammat Gazel - FUZULÎ




beni candan usandırdı "cefâdan" yâr usanmaz mı 
felekler yandı "âhımdan" murâdım şem'i yanmaz mı

kamu bîmârına "cânân" deva-yı derd eder ihsan
niçün kılmaz bana "derman" beni bîmar sanmaz mı

şeb-i hicran yanar "cânım" döker kan çeşm-i giryânım
uyarır halkı "efgânım" kara bahtım uyanmaz mı

gûl-i ruhsârına "karşu" gözümden kanlu akar su
habîbim fasl-ı güldür "bu" akar sular bulanmaz mı

gâmım pinhan tutardım "ben" dedîler yâre kıl rûşen
desem ol bî-vefâ "bilmen" inanır mı inanmaz mı

değildim ben sana "mâil" sen ettin aklımı zâil
beni tan eyleyen "gafîl" seni görgeç utanmaz mı 

fuzûlî rind-i "şeydâdır" hemîşe halka rüsvâdır
sorun kim bu ne "sevdâdır" bu sevdâdan usanmaz mı

Serenad - Ahmet Muhip Dıranas

Yeşil pencerenden bir gül at bana,
Işıklarla dolsun kalbimin içi.
Geldim işte mevsim gibi kapına
Gözlerimde bulut, saçlarımda çiğ.

Açılan bir gülsün sen yaprak yaprak
Ben aşkımla bahar getirdim sana;
Tozlu yollarından geçtiğim uzak
İklimden şarkılar getirdim sana.

Şeffaf damlalarla titreyen, ağır
Koncanın altında bükülmüş her sak.
Seninçin dallardan süzülen ıtır,
Seninçin karanfil, yasemin zambak...

Bir kuş sesi gelir dudaklarından;
Gözlerin, gönlümde açan nergisler.
Düşen öpüşlerdir dudaklarından
Mor akasyalarda ürperen seher.

Pencerenden bir gül attığın zaman
Işıkla dolacak kalbimin içi.
Geçiyorum mevsim gibi kapından
Gözlerimde bulut, saçlarımda çiğ.

Anadolu - Ahmed ARİF


   Beşikler vermişim Nuh'a
   Salıncaklar, hamaklar,
   Havva Ana'n dünkü çocuk sayılır,
   Anadoluyum ben,
   Tanıyor musun ?

   Utanırım,
   Utanırım fıkaralıktan,
   Ele, güne karşı çıplak...
   Üşür fidelerim,
   Harmanım kesat.
   Kardeşliğin, çalışmanın,
   Beraberliğin,
   Atom güllerinin katmer açtığı,
   Şairlerin, bilginlerin dünyalarında,          
   Kalmışım bir başıma,
   Bir başıma ve uzak.
   Biliyor musun ?

   Binlerce yıl sağılmışım,
   Korkunç atlılarıyla parçalamışlar
   Nazlı, seher-sabah uykularımı
   Hükümdarlar, saldırganlar, haydutlar,
   Haraç salmışlar üstüme.
   Ne İskender takmışım,
   Ne şah ne sultan
   Göçüp gitmişler, gölgesiz!
   Selam etmişim dostuma
   Ve dayatmışım...
   Görüyor musun ?

   Nasıl severim bir bilsen.
   Köroğlu'yu,
   Karayılanı,
   Meçhul Askeri...
   Sonra Pir Sultanı ve Bedrettini.
   Sonra kalem yazmaz,
   Bir nice sevda...
   Bir bilsen,
   Onlar beni nasıl severdi.
   Bir bilsen, Urfa'da kurşun atanı
   Minareden, barikattan,
   Selvi dalından,
   Ölüme nasıl gülerdi.
   Bilmeni mutlak isterim,
   Duyuyor musun ?
 
   Öyle yıkma kendini,
   Öyle mahzun, öyle garip...
   Nerede olursan ol,
   İçerde, dışarda, derste, sırada,
   Yürü üstüne - üstüne,
   Tükür yüzüne celladın,
   Fırsatçının, fesatçının, hayının...
   Dayan kitap ile
   Dayan iş ile.
   Tırnak ile, diş ile,
   Umut ile, sevda ile, düş ile
   Dayan rüsva etme beni.

   Gör, nasıl yeniden yaratılırım,
   Namuslu, genç ellerinle.
   Kızlarım,
   Oğullarım var gelecekte,
   Herbiri vazgeçilmez cihan parçası.
   Kaç bin yıllık hasretimin koncası,
   Gözlerinden,
   Gözlerinden öperim,
   Bir umudum sende,
   Anlıyor musun ?

Öğretmen Duyşen - Cengiz Aytmatov

Henüz 14 yaşında olan Altınay, anne ve babasını yitirir, öksüz ve yetim kalır. Yoksul insanların yaşadığı köyde amcasının oğlunun yanında yaşamaktadır. Kurkuru okulu olmayan unutulmuş bir köydür.

Bir gün köye siyah kaputlu bir genç gelir. Onu köye okul kurması, çocuklara okuma yazma öğretmesi için görevlendirmişlerdir. Gelenin adı Duyşen’dir. Kendi de okuma yazmayı askerde öğrenmiştir. Birkaç yıl önce köy aç kalmış, babası Taştanbeg, demiryollarında iş bulmak için köyden ayrılmış bir daha da dönmemiştir. İşte Duyşen, onun oğludur.

Duyşen, Talas vadisinde kurulu bu köyün en tepelerinde büyücek bir samanlığı okula çevirmek için planlar. İyi bir onarım için katkı gerekmektedir. Ne var ki halk ilgisizdir. Çünkü halk okuldan da öğretmen Duyşen’den de habersizdir. Duyşen herkese haber göndererek toplantıya çağırır.

Toplantıda kimi köylüler söz alır konuşur. Onlar eskiden bu tür okuma öğretme işini mollaların yaptığını söyler. Duyşen ise, artık zamanın değiştiğini okuma yazmanın, öğretmenin sorumluluğunda ve yetkisinde okullarda yapıldığını, bu işi yapana da öğretmen dendiğini, kendisinin de bu iş için görevlendirildiğini söyler. Bunun için herkese okulun yapımı için yardım çağrısında bulunur. Eski bir samanlığı okul için ister.

Köylüler Duyşen’i dinlemekle birlikte okula gelecek öğrenci bulamayacağını, bu konuda çaba göstermenin boşuna olduğunu dile getirirler. Çünkü derler bizim çocuklarımız bizim gibi çiftçi olacak. Okumak memurluk için gerekir. Çiftçilerin okuması gerekmez. Bizim çocuklar da zaten memur olacak değiller diye kendilerini savunurlar. Duyşen çocukların okuması gerektiğini yazan, bu iş için de yetkili ve görevli olduğunu belirten belgeyi çıkarıp gösterir. Halk da ‘Biz yasalara karşı değiliz, okulunu aç, ama bizden yardım bekleme’ derler. Toplantıda Altınay da amcasıyla gelmiştir ve Öğretmen Duyşen’in durumuna acır.

O günden sonra Duyşen, tek başına kalır. Her işe kendi koşar. Halktan hiçbir yardım alamaz. Sırtında taş, toprak, tahta; yapım için ne gerekiyorsa, hepsini tek tek kendi taşır. Bir gün Altınay, arkadaşlarıyla birlikte tezek toplamış ve eve dönmektedir. Birden onarımı süren okulu merak ederek içeri girerler. Bina yenilenmesi tamamlanmak üzeredir. Okul temizlenmiştir. Duvarlar boyanmış, kapılar onarılmıştır. Duyşen, Altınay ve arkadaşlarını karşısında görünce, artık okula gelebileceklerini söyler. Altınay da ilk kez ilk öğretmeniyle bu sırada tanışır.

Öğretmen Duyşen, bir yandan da kış için hazırlık yapmaktadır. Kırlardan deve otu toplamaktadır. Bu arada Altınay, arkadaşlarına topladıkları tezekleri okula bırakmalarını önerir. Ancak benimsenmez. Ama o bırakır ve tepelere doğru koşar.

Altınay okuma heyecanı içindedir. Koşturur da koşturur. Zaman çok hızla geçer. Gezindiği yerlerde tezek toplayamaz, eve döner. Teyzesine olanbiteni anlatır. Onun tezekleri okula bırakması teyzesini kızdırmıştır. Belki de bu yüzden Öğretmen Duyşen’in ev ev dolaşarak, anne babalardan çocuklarını okula göndermeleri için Altınaylar’a gittiğinde teyzesi onun okula gitmesine izin vermeyeceğini söyler. Gerekçe olarak da kendine ev işlerinde yardım ettiğini ileri sürer. Ama Altınay’ın amcası, karısı gibi düşünmez, okula gitme izni verir.

Altınay, ilk kez okula gider. Defter, kalem, kara tahta ve bir Lenin fotoğrafı vardır. Aslında Duyşen, eğitim öğretim yönteminden haberi yoktur. Ama buna rağmen onun iyi niyeti, çalışkanlığı, çocuklara olan güveni, onlara olan sevgisi, okuma yazmayı öğretmesini kolaylaştırır. Çocuklar öğretmenlerini çok sever. Duyşen’in sıcak, sevecen davranışı onları kendine bağlar. Bu nedenle soğuk da olsa, okulun yolunu tutarlar. Gidecekleri yer uzun da, yokuş da olsa o yola katlanırlar.

Öğretmen Duyşen, karlı bir kış günü üç günlüğüne atla şehre gider, doğallıkla okul da üç gün tatile girer. Döneceği gün kar ve fırtına şiddetini artırır. Altınay merak eder, telaşlanır. Gözü öğretmeninin geleceği yoldadır. Teyzesi sinirlenir. Ona Saykal nine ve Kartanbay dedenin çuvalını götürmesini söyler. Altınay çuvalı alır, uzaktan akrabaları olan bu kişilere gider. Bu kez öğretmenini orada beklemeye başlar. Zaten Duyşen, burada kalmaktadır. Geç olunca da yatarlar. Gece birden kurt ulumalarıyla uyanırlar. Öğretmen Duyşen gelmekte, kurtlar ona ulumaktadır. Geç saatte yola çıkan Duyşen’in peşine takılan kurtlar, saldırmışlar Duyşen’in atını parçalamışlardır. Duyşen buna çok üzülür. Atın sahibi Kartanbay dede de üzülmemesini söyler. İyi ki atı parçaladılar, sen kurtuldun der. Yeni bir at alabileceklerini söylerken, keşke gece yola çıkmayıp gündüz gelseydin der. O da çocuklara söz vermiştim, işlerimi geç bitirebildim, yarın da okulda çocuklar beni bekleyecekler, bu nedenle gelmem gerekiyordu diyerek, öğrencilerine verdiği söz nedeniyle yola çıktığını dile getirir.

İlkbahar gelir. Tüm çocuklar neşe içinde oynar. Altınay’ın teyzesi onun çocuklar gibi oynamasını istemez, ona kızar, çünkü onu evlendirmek istemektedir. Öğretmen Duyşen ise, Altınay’a iki fidan diker ve ‘ bu fidanlar büyüdükçe sen de büyüyeceksin ve okuyacaksın’ diye öğütte bulunur. Ancak teyzesi söylerinde çok kararlıdır. İki gün sonra kırmızı suratlı bir adamla okula gelerek, Altınay’ı almak isterler. Duyşen buna karşı çıkarsa da onun kolunu da kırarak, Altınay’ı alırlar. Altınay bayılır. Gözünü açtığında kırmızı suratlı adamın evinde olduğunu anlar. Kırmızı suratlı adama kuma olarak kaçırılır, kirletilir, bir çadıra kapatılır. Altınay, kaçmaya çalışırsa da kaçamaz, kurtulamaz.

Kaçırıldığının üçüncü günü Duyşen, jandarmalarla birlikte Altınay’ı bulur, onu kurtarır.. Adam tutuklanır. Köye dönerlerken, yolda bir gölde Altınay yıkanır. Duyşen, onun için getirdiği sabunu verir. Biraz ötede onu bekler. Duyşen, Altınay’ı koruyamadığı için çok üzgündür. Altınay’ın kente giderek, gerçek bir okula gitmesini ve iyi bir öğrenim görmesini ister. Altınay’ı trene bindirerek kente gönderir. Dediği gibi olur, Altınay, devlet koruması altında, yurtlarda kalarak okullarda okur, ardından İşçi Üniversitesi’ne ve Moskova Enstitüsü’ne gider. O yıllarda öğretmeni Duyşen’e bir mektup yazar. Kendini sevdiğini de açıklar. Ama Duyşen, öğrencisinin öğrenimini sürdürmesi için mektubu yanıtlamaz. Onun geleceğini kendinin kurmasını ister. Altınay, birçok zorluklarla karşılaşır, ama hepsinin üstesinden gelerek felsefe doktoru olur.

Yıllar geçer, Altınay, Kurkuru köyüne yeni okulun açılış törenine onur konuğu olarak davet edilir. Eski okulunun yerinde yeni bir okul yükseldiğini görür. İki günlüğüne köye gelir. Tören başlamak üzeredir. Çocuklar müdüre bir telgraf getirirler. Müdür telgrafı alır ve getiren Duyşen ise, içeri çağırmalarını ister. Duyşen daveti kabul etmez, dağıtacak mektuplarım var, der. Altınay ise, Duyşen’den utanır. Çünkü açılışın onur konuğu Duyşen’in olması gerektiğini düşünür, ertesi günü beklemeden o akşam köyden ayrılır. Trene biner, bir kentten ayrılırken birden camdan Duyşen’in yüzünü görür, bağırır, trenin frenini çekerek, trenin durmasını sağlar. Koşarak Duyşen olarak gördüğü kişiye gider, oysa karşısındaki tren makasçısıdır. Büyük bir hayal kırıklığıyla trene biner ve yolculuğunu sürdürür.

Kuvay-i Milliye Destanı - Nazım HİKMET



Onlar ki toprakta karınca,
                                   suda balık,
                                                havada kuş kadar
                                                             çokturlar;
korkak,
            cesur,
                     câhil,
                             hakîm
                                      ve çocukturlar
ve kahreden
                 yaratan ki onlardır,
destânımızda yalnız onların mâceraları vardır.
Onlar ki uyup hainin iğvâsına
                                   sancaklarını elden yere düşürürler
ve düşmanı meydanda koyup
                                      kaçarlar evlerine
ve onlar ki bir nice murtada hançer üşürürler
ve yeşil bir ağaç gibi gülen
ve merasimsiz ağlayan
ve ana avrat küfreden ki onlardır,
destânımızda yalnız onların mâceraları vardır.
Demir,
         kömür
                   ve şeker
ve kırmızı bakır
ve mensucat
ve sevda ve zulüm ve hayat
ve bilcümle sanayi kollarının
ve gökyüzü
                 ve sahra
                             ve mavi okyanus
ve kederli nehir yollarının,
sürülmüş toprağın ve şehirlerin bahtı
               bir şafak vakti değişmiş olur,
bir şafak vakti karanlığın kenarından
                onlar ağır ellerini toprağa basıp
                                        doğruldukları zaman.
En bilgin aynalara
         en renkli şekilleri aksettiren onlardır.
Asırda onlar yendi, onlar yenildi.
Çok sözler edildi onlara dair
ve onlar için :
    zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yoktur,
                                                                  denildi.


Ana - Maksim GORKİ




Günlerin alışılmış kirli havası içinde, buhar gücüyle çalışan fabrikaların keskin düdüğü, işçi mahallelerinin üstünde dumanlı kirli havayı parçalamasına çınladığında dinlenipte uykusunu alamamış yorgun insanlar, gri renkli küçük kulübelerinden, üstlerine ışık çevrilip ürkütülmüş hamamböcekleri gibi dışarı fırlayıp, soğuk ve alacakaranlık yollarda, pencerelerinden parlayan sar. Bir ışılda şose yolu parlatan fabrikanın yüksek taş duvarlarına doğru yol alırlardı. İstimin omurtusuyla birlikte diğer makinelerin boğuk gürültüsü mahalleye hakim olurken, bacaların asık suratlı kara görüntüsü birer sopa gibi mahallenin üzerine egemenliğini kurardı.